15 Nisan 2010 Perşembe

“GELECEĞİN EN BÜYÜK ESPRİ MALZEMESİ”



Bir bilim adamı, boş bir arazide yerdeki tuğlalarla muntazam geometrik şekiller yapılmış olduğunu görse, tuğlaların tesadüfen bu muntazam şekli oluşturduklarını düşünmez. Ancak bazı bilim adamları bu örnekle karşılaştırılmayacak kadar kompleks biyolojik yapıların tesadüfen meydana geldiğini iddia etmekten çekin-memektedirler.

Çoğu insan bir bilim adamından duyduğu her şeyi mutlak doğru sanır. Bu bilim adamının, birtakım felsefi ya da ideolojik önyargılara kapılmış olabileceğinden endişe etmez. Oysa bilim adamlarının bir bölümü, sahip oldukları bazı önyargıları ya da bağlı oldukları felsefi görüşleri, bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin, tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle gördükleri halde, evrendeki ve canlılardaki plan ve düzenin tesadüfler sonucu ortaya çıktığını savunurlar.
Söz gelimi bu tür bir biyolog, canlılığın yapıtaşı olan bir protein molekülünde inanılmaz bir düzen olduğunu ve bu düzenin tesadüflerle oluşma olasılığının bulunmadığını rahatlıkla anlar. Ama buna rağmen, proteinin, milyarlarca yıl önce ilkel dünya şartlarında rastlantılar sonucu meydana geldiğini iddia eder. Bununla da kalmaz, yalnızca bir değil, milyonlarca proteinin tesadüflerle oluşup, sonra inanılmaz bir plan ve düzen içinde bir araya gelerek ilk canlı hücreyi oluşturduklarını da çekinmeden iddiasına ekler ve bunu ısrarla savunur. Bahsettiğimiz kişi "evrimci" bir bilim adamıdır.

Oysa aynı bilim adamı, boş bir arazide yürürken yerdeki tuğlalarla muntazam geometrik şekiller yapılmış olduğunu görse, muntazam şekilde üst üste dizilmiş üç tuğla görse, bunların tesadüfen meydana gelip, sonra yine tesadüfen üst üste dizildiklerine asla ihtimal vermez. Hatta böyle bir şey iddia eden kimsenin aklından kuşkulanır.

Peki, sıradan olayları normal değerlendirebilen bu insanlar, konu kendilerinin nasıl var olduğu sorusunu araştırmaya gelince, nasıl olup da bu denli akıl dışı bir tutum sergilerler?

Elbette, bu davranışın bilim adına olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bilimsel düşünceye göre, eğer bir olayın iki muhtemel nedeni varsa, her iki ihtimal üzerinde de düşünmek gerekir.



Moleküler biyoloji, tek bir canlı hücresinin hatta bir proteinin bile evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal olmadığını göstermiştir. Bu durum canlılığın var edildiği gerçeğini ispatlamaktadır. Yani tüm varlıklar, Allah'ın üstün sanatının eserleridir.
Eğer iki ihtimalden birisi diğerinden çok daha düşükse, örneğin yüzde 1 ise, bu durumda akılcı ve bilimsel olan hiç kuşkusuz ki yüzde 99 olan diğer ihtimal üzerinde yoğunlaşmaktır.

Bu bilimsel ölçüyü akılda tutarak düşünelim. Canlıların bu dünya üzerinde nasıl ortaya çıktığı konusunda öne sürülen iki görüş vardır. Birincisi, tüm canlıları, şu an sahip oldukları kompleks yapılarıyla Allah'ın yarattığıdır. İkincisi ise, canlılığın bilinçsiz tesadüfler sonucunda meydana geldiğidir. Bu ikincisi, evrim teorisinin iddiasıdır.

Bilimsel verilere, örneğin moleküler biyolojiye baktığımızda, tek bir canlı hücrenin, hatta onda bulunan milyonlarca proteinden tek bir tanesinin bile, evrimin savunduğu şekilde tesadüfler sonucu oluşmasına ihtimal olmadığını görürüz. Olasılık hesapları bu gerçeği açık ve net olarak ortaya koymaktadır. Bu durumda, canlıların ortaya çıkışı hakkında öne sürülen evrimci görüşün doğru olma ihtimali "0" (sıfır)dır.

O halde, birinci görüşün doğru olma ihtimali "yüzde yüz"dür. Yani, canlılık bir düzen içinde var edilmiştir. Diğer bir deyişle "yaratılmış"tır. Zaten yeryüzündeki tüm varlıklar ve tüm eserler, bu gerçeği delillendirmektedir. Tüm canlı varlıklar, üstün bir güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'ın yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu gerçek yalnızca bir inanç biçimi değil, akıl ve bilimin vardığı ortak sonuçtur.

Elbette bu gerçek karşısında, evrimci bir bilim adamının bu iddiasından bütünüyle vazgeçmesi, açık ve ispatlanmış gerçeğe teslim olması gereklidir. Aksine bir davranış, kendisinin "bilim adamı" olmaktan çok, bilimi felsefesine, ideolojisine ve dogmatik inançlarına alet eden bir kişi olduğunu gösterecektir.

Oysa bütün bunlara rağmen söz konusu objektif davranamayan evrimci "bilim adamı"nın, gerçeklerle yüzleştiği her durumda, öfkesi ve önyargıları bir kat daha artar. Onun bu tutumu tek bir kelimeyle açıklanabilir: "İnanç" ... Ama körü körüne, batıl bir inanç. Zira, gerçeklerle karşı karşıya geldiği halde, bunlara gözünü kapayıp, hayalinde kurduğu akıl dışı bir senaryoya ömür boyu bağlanmanın başka bir açıklaması olamaz.

Bir insan şimdiye kadar materyalizme ve evrim teorisine bağlı kalmış, hayata bakış açısını ve inancını bu felsefe ve teoriye göre düzenlemiş olabilir. Hatta onlarca yıl bu teorinin ve bu ideolojinin savunuculuğunu üstlenmiş, bu konuda kitaplar, makaleler yazmış, paneller, kurslar da düzenlemiş olabilir. Ama gerçekler bugün gelişen bilimle açıkça gözler önüne serilmiştir. Ve bunları gördükten sonra "göz göre göre inkar etmek", şüphesiz bu kişileri çok yakın bir gelecekte tüm dünyanın gözü önünde komik duruma düşürecektir. Dünyaca ünlü İngiliz yazar ve felsefeci Malcolm Muggeridge bu gerçeği şu şekilde dile getirmektedir:

Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43)

SON ÇARE: UZAYLILAR YALANI


Bazı evrimci bilim adamları canlılığın kendi kendine oluşamayacağını gördüklerinden, yeni bazı senaryolar üreterek evrimden vazgeçmemek için çırpınmaya devam etmişlerdir. Bu, aslında Darwinist büyünün evrimci bilim adamları üzerindeki en belirgin etkilerinden biridir. Evrimci bilim adamları; eğer bir iddia evrim teorisinin sıkıştığı bir noktaya mantıksız da olsa herhangi bir açıklama getiriyorsa, ona kolaylıkla inanabilirler. Ama Yaratılışı ispatlayan en kesin ve en açık delilleri dahi kesinlikle ve büyük bir kararlılıkla reddederler. Bu etki, gerçek bir büyüden farksızdır.

Bu büyünün bir insan üzerinde ne kadar zararlı etkilerinin olabileceğini daha iyi görebilmek açısından şöyle bir örnek verelim: Francis Crick, 1950'li yıllarda DNA'nın yapısını keşfeden iki bilim adamından biridir. Bu, şüphesiz bilim tarihi için çok önemli bir buluştur; çok uzun araştırmalar, büyük bir bilgi birikimi ve yetenek gerektirmektedir. Nitekim bu bilim adamı yaptığı araştırmalardan dolayı Nobel Ödülü de kazanmıştır.

Francis Crick, hücre ile ilgili çalışmaları sırasında hücrenin yapısına, içindeki çarpıcı tasarıma hayran kalmıştır. Nitekim koyu bir evrimci olmasına rağmen, DNA'nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bilimsel bir gerçeği şöyle ifade etmiştir:

Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum hayatın bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır.

Evrime ve dolayısıyla hayatın tesadüfler sonucu oluştuğuna inanan Crick, hücredeki detayları görünce, yukarıdaki sözleri söylemiş ve hücrenin varoluşunu tesadüflerle açıklamanın mümkün olmadığını, bunun ancak bir mucize olabileceğini belirtmiştir. Oysa evrimciler, tesadüf dışında bir açıklamaya inanmazlar, çünkü bu onların Allah'ın varlığını kabul etmelerini gerektirir. Ama hücredeki mükemmelliği ve kusursuzluğu yakından görmek Crick'i o kadar etkilemiştir ki, ideolojisine ters olmasına rağmen bunu itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Ancak Crick, Allah'ın varlığını kabul edemeyeceğini, bu nedenle üstün bir akıl gerektiren ve tesadüflerle açıklanamayan bu sürecin "uzaylılar" tarafından yaratıldığını iddia etmiştir. Crick'e göre uzaylılar dünyaya ilk DNA'yı getirerek hayatı başlatmışlardır!
Darwinizmin karanlık büyüsü Francis Crick'i o kadar etkilemiştir ki; Crick Allah'ın varlığını kabul etmektense uzaylıların dünyaya getirdiği ilk DNA ile hayatın başladığına inanmayı tercih etmiştir.

Aslında bu garip iddia, ilk olarak 1908 yılında İsveçli kimyacı Svante Arrhenius tarafından ortaya atılmıştı ve Arrhenius, hayatın tohumlarının başka bir gezegenden radyasyonun yarattığı basınç yoluyla dünyaya gelmiş olabileceğini söylemişti. Bu iddia bilimsel bulunmamasına ve pek itibar görmemesine rağmen, Francis Crick tarafından çok inandırıcı bulundu. Crick, 1981 yılında yayınladığı Life Itself (Yaşamın Temeli) isimli kitabında, başka bir güneş sisteminde yaşayan canlıların, diğer hayat olmayan gezegenlerde de hayatı başlatmak için canlılık için gereken tohumları bu gezegenlere bıraktıklarını ve onların bu "yardımseverlikleri" sayesinde dünyada hayatın başladığını söylemiştir.

Dikkat edilirse, evrimcilerin hayatın kökenine karşı "açıklama" olarak öne sürdükleri bu iddia aslında hiçbir şey açıklamamaktadır. Çünkü "İlk canlılık nasıl ortaya çıktı?" sorusu, bu senaryo içinde de cevapsızdır. Crick gibi evrimciler "Canlılığı kim oluşturdu?" sorusuna "uzaylılar" diye cevap vererek, "O halde uzaylılar nasıl ortaya çıktı" sorusuna yol açmış olurlar. Bu soru evrimci mantıkla hiçbir şekilde çözülemez. Sorunun tek cevabı, tüm hayatı yaratan, ancak kendisi yaratılmamış olan ve sonsuzdan beri var olan tek bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmektir. Yani tek gerçek cevap, canlılığın Allah tarafından yaratıldığı cevabıdır.

Francis Crick gibi ünlü bilim adamlarının sadece bilim kurgu filmlerinde rastlayacağımız türden bir "uzaylılar" hikayesine nasıl inanabildiğini düşünüyor olabilirsiniz. Ancak Crick'in bu saçma iddiası bile, diğer bir evrimci tezin yanında son derece "tutarlı" kalmaktadır. Bu iddiaya göre, 3.7 milyon yıl önce dünya üzerinde ortaya çıkan ilk canlı hücre, bazı biyoloji mühendisleri tarafından üretilmiştir!

Peki ama nasıl? İşte bu soruya verilen cevap, çok ilginç bir cevaptır. Bu tezi savunan evrimciler, ilk hücrenin, bir uzay gemisine atlayıp zamanda yolculuk yapan geleceğin insanları tarafından tasarlandığını savunmaktadırlar. Michael J. Behe. Darwin's Black Box. s. 249

Bunun çok açık bir mantıksal çelişki olduğunu görmek için fazla zeki olmaya gerek yoktur elbette. Çünkü kendi atalarını "üretecek" olan bir insan neslinin nasıl ortaya çıkacağı sorusunun bir cevabı yoktur. Öne sürülen bu tezin saçmalığı o kadar açıktır ki, insan bunun evrimciler tarafından nasıl olup da dile getirilebildiğine şaşmaktadır. Ama, çaresizlikten olacak, Batı'nın en "saygın" bilim dergilerinden biri olan Scientific American, Mart 1994 sayısında bu tezden söz ederken şu satırları yazmaktan çekinmemiştir:

Mantıksal bir çelişki olmaktan uzak bir biçimde... bir türün kendi eski yaşamının köklerine yapacağı bir geri-dönüşün teorik mümkünlüğü, temel fizik prensiplerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Michael J. Behe. Darwin's Black Box. s. 249

Materyalist inanışa sahip insanların içine düştükleri çelişkiler onlar için kaçınılmazdır. Çünkü bu insanlar, açıkça gördükleri halde gerçeği gizlemeye çalışmaktadırlar. Allah, materyalist inanışa sahip olan insanların içine düştükleri bu durumu şöyle açıklamaktadır:

Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun; siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz. Ondan çevrilen çevrilir, kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler'; ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler. (Zariyat Suresi, 7-11)

MAYMUNLARIN İNSANA DÖNÜŞÜMÜ YALANI


Acaba doğadaki hangi bilinçsiz mekanizma bir hayvana düşünme yeteneği verebilir?

Hangi mekanizma bir insanın medeniyetler oluşturabileceği yetenekleri, aklı ve bilgiyi ona kazandırabilir?

Doğadaki hangi varlık bir hayvana sanat şaheseri tablolar yapmayı, son derece ihtişamlı mimari eserler meydana getirmeyi, renkleri, biçimleri, perspektifi, gölgeleri, ışığı en göz alıcı şekilde kullanmayı öğretebilir?

Doğadaki hangi mekanizma bir hayvanı ampulü, atomun yapısını, yerçekimi kanununu, hücrenin yapısını keşfedebilecek bir zekaya eriştirebilir?

Veya kim bir maymunu elektron mikroskobunu, televizyonu, bilgisayarı icat edebilecek kadar üstün yeteneklerle donatabilir?

Doğada bir maymuna hissetmeyi, sevinmeyi, üzülmeyi, ince düşünceli davranmayı, şevk ve heyecan duymayı, kısacası ruhun özelliklerini verebilecek bir güç var mıdır?

Elbette ki bunların hiçbirine bir maymun sahip olamaz ve hiçbir varlık, doğada bulunan varlıkların tamamı biraraya gelse dahi, bir maymuna veya herhangi bir hayvana bu özellikleri kazandıramaz. Evrimci paleoantropolog Elaine Morgan, evrim teorisinin üstteki sorular karşısında içine düştüğü durum hakkında şu itirafta bulunur:

İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır:

1) Neden iki ayak üzerinde yürürler?
2) Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler?
3) Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler?
4) Neden konuşmayı öğrendiler?

Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir:

1) Henüz bilmiyoruz.
2) Henüz bilmiyoruz.
3) Henüz bilmiyoruz.
4) Henüz bilmiyoruz.

Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir. Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5

Evrimciler tüm soruları cevapsız bırakmaktadırlar, çünkü insan gibi üstün bir canlının bir “tesadüf ürünü” gibi gösterilemeyeceğini onlar da bilmektedirler. İsterse dünyanın yaşı katrilyonlarca sene olsun, yine de hiçbir tesadüf insan ruhunu yaratamaz. Çünkü insan ruhunu yaratan, yerin, göğün ve ikisinin arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah’tır. Bu gerçeğin dışında herhangi bir varsayıma inanmak en büyük akılsızlıklardan biridir. Sadece insan ruhunu düşünmek dahi evrimcilerin tesadüf masalının ne derece büyük bir yanılgı ve akılsızlık olduğunu açıkça göstermektedir. (Konu ile ilgili daha detaylı bilgiyi http://www.darwininacmaziruh.com/ ve http://www.evrimyoktur.com/ adlı internet sitelerinden bulabilirsiniz.)

GÖZÜN AŞAMA AŞAMA OLUŞMASININ İMKANSIZLIĞI


Evrimciler, bütün canlı varlıkların tüm organları ile birlikte yavaş yavaş ve kademe kademe ilerleyen bir evrim süreci içinde meydana geldiklerini iddia ederler. Ancak insan vücudundaki herhangi bir organın işlevleri ve yapısı gözönünde bulundurulduğunda, üstün bir tasarım ve plan ile yaratılmış olduğu açıkça görülebilir. Evrimciler ise, en karmaşık organların bile tesadüfen oluştuğunu ileri sürerler. Evrimcilerin bu konudaki mantık bozukluklarını görmek açısından gözün oluşumu ile ilgili iddialarına yer vereceğiz.

Göz, insan vücudundaki en karmaşık ve kusursuz yapıya sahip organlardan biridir. Birbiri ile içiçe geçmiş, biri olmazsa diğerleri işe yaramayacak yaklaşık 40 ayrı organelden oluşur. Bu yapısı ile göz, "indirgenemez komplekslik" denen özelliğe sahiptir. Yani gözü daha basite indirgeyemezseniz; çünkü 40 organelden biri olmadığında göz işlevini yerine getiremez.

Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün "tesadüfen" ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim: Evrime göre göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak "gözsüz", yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı nasıl bir süreç sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, "görmek" diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? Bu canlının böyle bir "talebi" olsa bile, kendi vücudunda kendi kendine bir göz oluşturamayacağı ortadadır.

Peki gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da bir göz oluşabilir, bunun için hangi aşamaların tesadüfen arka arkaya sıralanması gerekir, bakalım:

Önce tesadüfen kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi?

Sonra yine tesadüfen bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi?

Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine tesadüfen ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi?

Daha sonra yine tesadüfen, gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları "kendi kendine" oluşmuş olabilir mi?

Daha sonra, yine tesadüfen, gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi?

Daha sonra yine tesadüfen, gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi?

Daha sonra yine tesadüfen, gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi?

Daha sonra yine tesadüfen, gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?

Elbette bunların hiçbiri tesadüfen gerçekleşemez. Üstelik evrimci iddiaya göre buraya kadar genel olarak saydığımız aşamaların hepsinin aynı canlıda, arka arkaya meydana gelmiş olması gerekir. Çünkü evrimcilerin kabulüne göre, vücut içinde çalışmayan organlar körelirler. Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası "tesadüfen" oluşmuş olsa bile -ki bu imkansızdır- bu parça bir işe yaramadığı için yok olup giderdi. Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması şarttır. Örneğin yalnız gözyaşı bezleri dahi olmasa, bir göz beş-on dakika içinde kuruyacak ve işlevini yitirecektir.

Tüm bunlar, gözün asla tesadüfle açıklanamayacak kadar kusursuz bir tasarımın ürünü olduğunun göstergeleridir. Var olan ilk göz, tam ve eksiksiz biçimde var olmuş, yani yaratılmıştır. Ancak evrimciler bu açık gerçeği görmelerine rağmen, gözü ve göz gibi sayısız karmaşık organı görmezlikten gelerek, evrimin gerçekleştiğine ve bu kusursuz organların tesadüfen meydana geldiğine inanırlar.

Onların bu inancı yolda son derece gelişmiş bir kamera bulup, bu kameranın yoldaki taşın, toprağın, yağmur sularının, camların rastlantılar sonucunda biraraya gelmeleriyle kendi kendine oluştuğunu iddia etmeye benzer. Kamera, sahip olduğu tüm teknik özellikleri ile bir tasarım ve akıl ürünü olduğu son derece açık olan bir alettir. Göz ise bir kameradan çok daha üstün özelliklere sahiptir. Öyle ise kameranın bir tasarımın ve bir aklın ürünü olduğunu açıkça gören bir insan, nasıl kameradan çok daha üstün niteliklere sahip gözün tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedir?

Elbette bu iddia açıkça görüldüğü gibi çok büyük bir "saçmalıktır". Nitekim Charles Darwin dahi bu saçmalığı fark edebilmiş ve şöyle demiştir:

Gözün odağını farklı uzaklıklara uydurması, içeri bırakılacak ışık tutarını ayarlaması, küresel ve renksel sapmayı (aberration) düzeltmesi gibi eşsiz düzenlenişlerinin tümünün Doğal Seçme ile oluşabildiğini düşünmenin en ileri derecede saçmalamak olduğunu açık yürekle itiraf ederim…” Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 1996, s. 198

SÜRÜNGENLERİN TER BEZLERİNDE OLUŞAN SÜT KOMEDİSİ


Evrimci senaryo başta da belirttiğimiz gibi son derece farklı canlıların tesadüflerle birbirlerine dönüştükleri iddiasındadır. Örneğin evrimcilere göre sürüngenler kuşların ve memelilerin atasıdırlar.

Oysa sürüngenlerin;

1- Vücutları pullarla kaplıdır,
2- Soğukkanlıdırlar,
3- Yumurtlayarak çoğalırlar.

Memelilerin ise,

1- Vücutları tüylüdür,
2- Sıcakkanlıdırlar,
3- Doğurarak çoğalırlar.

Kısacası, memeliler ile sürüngeler arasında kapatılması mümkün olmayan çok büyük yapısal uçurumlar vardır. Bu farlılıklardan biri de memelilerin sütleridir. Bir sürüngenin bir memeliye dönüştüğünü iddia edebilmek için (asla mümkün olmasa da), bu canlının soyunu sürdürebilmesi için birden süt salgılamaya başlamasına da bir açıklama getirmek gerekir. Bir sürüngenin nasıl olup da bir anda süt salgılamaya başladığını bakın bir evrimci nasıl bir "masal" ile açıklamaya çalışıyor:



Sadece bu iki resim dahi sürüngenlerle memelilerin arasındaki farklılıkların, dolayısıyla sürüngenlerin memelilere dönüşmesinin imkansızlığının anlaşılması için yeterlidir.


Soğuk bölgelerde yaşayan bazı sürüngenler, vücutlarını ısıtacak bir yöntem geliştirdiler... Pulları giderek daha sivri hale geldi ve sonunda tüylere evrimleşti. Bu arada gerçekleşen bir diğer adaptasyon ise terlemenin gelişmesi oldu; bu, canlıya gerektiğinde suyun buharlaşması sayesinde vücudunu soğutma imkanı veriyordu. Bu arada beklenmedik bir biçimde, bazı yavrular beslenmek için annelerinin vücudunda oluşan teri yalamaya başladılar. Bazı ter bezleri bu nedenle giderek daha zengin bir salgı salgılamaya başladılar ve bu salgı sonunda süt haline dönüştü. Bu sayede bu ilk memelilerin yavruları hayata daha iyi bir başlangıç yaptılar. George Gamow, Martynas Ycas, Mr. Tompkins Inside Himself, Allen & Unwin, Londra, 1966, s. 149

Bir canlının, annesinin vücudundaki teri "yalayarak" ortaya süt gibi son derece iyi hesaplanmış, besleyici değeri çok iyi ayarlanmış bir besini çıkarması, ancak Ortaçağ bilim anlayışı içinde veya masallarda yeri olabilecek bir safsatadır. Kaldı ki, son derece kompleks bir mekanizma olan ve vücut ısısının sabit tutulması için mutlak ihtiyaç duyulan terleme mekanizmasının, sürüngenlerde hiç yok iken memelilerde nasıl ortaya çıktığı dahi evrimci mantıklarla açıklanamamaktadır.

Evrimci kaynaklarda sık sık yer alan bu ve benzeri hikayeler, evrim teorisinin bilimden ne denli uzak bir teori olduğunun göstergesidir. Ancak burada yine üzerinde düşünülmesi gereken konu, bir bilim adamının buna nasıl inanabiliyor olduğudur. Anlaşılan odur ki, Objections Sustained isimli kitabında Philip Johnson'ın belirttiği gibi, "Darwinciler için bir şeyin olduğunu hayal edebilmek, o şeyin gerçekleştiğine emin olmaları için yeterlidir.” Philip E. Johnson, Objections Sustained, Intervarsity Press, 1998, s. 23

KOŞARKEN ANİDEN UÇAN DİNOZORLAR YALANI


Evrimciler her canlı türünün nasıl oluştuğuna, kimin neden evrimleştiğine bir açıklama getirmek zorundadırlar. Cevaplamakta en çok zorlandıkları konulardan biri ise, dinozorların nasıl olup da bir gün uçabildikleri sorusudur. Evrim senaryolarına göre pullu ve soğukkanlı dinozorlar bir gün nasıl olduysa kanat sahibi olmuş ve uçmaya başlamışlardır. Ve böylece kuşlar meydana gelmiştir. Bu olayın nasıl gerçekleştiğini açıklamak ise elbette ki hayalgücü en geniş olan evrimcilere kalmıştır. Belki de bugüne kadar gözünüzde büyüttüğünüz, çok zeki, çok bilgili ve erişilmez gördüğünüz, ciddi görünümlü bilim adamlarının mantık örgülerini daha iyi anlayabilmek için dinozorların uçuşuyla ilgili nasıl senaryolar yazdıklarını görmek faydalı olacaktır.

Dinozorların nasıl uçtukları konusunda, iki tane evrimci teori mevcuttur. Bunlardan biri "arboreal teori" diğeri ise "cursorial teori"dir. Arboreal teoriye göre kuşların ataları, ağaçlarda yaşayan sürüngenlerdir ve bunlar zamanla daldan dala atlayarak "kanatlanmışlardır". Cursorial teoriye göre ise karada sinek kovalarken ön ayaklarını açıp kapatan dinozorların ön ayakları bu hareketlerinin sonucunda kanatlara dönüşmüş ve dinozorlar "havalanmışlardır". Bu teorinin sahibi Yale Üniversitesi Jeoloji Kürsüsü profesörü olan John Ostrom isimli bir evrimcidir.

Bu tür geçişler ancak çizgi filmlerde veya masallarda olur diye düşünebilirsiniz. Ancak branşlarında derece almış, profesör ünvanına sahip, son derece zeki insanların bu tür iddialarla ortaya çıkmaları gerçekten şaşırtıcıdır. Bu kişilerin mantık bozukluğunu şöyle bir örnekle daha da netleştirebiliriz: Henüz bilimsel gelişmenin yaşanmadığı bir dönemde insanların bir bölümü koyunların bir bitkiden büyüyerek meydana geldiğine inanıyorlardı. Kuşkusuz bugün bunun batıl bir inançtan başka bir şey olmadığı kesinlik kazanmıştır. Ancak bugün bir canlının daldan dala atlarken veya koşarken kanatlandığını iddia edebilmek de en az bunun kadar batıl bir inançtır.

Ayrıca cursorial teori ile ilgili olarak çok önemli bir detayı daha hatırlatmakta fayda vardır: Bu teoriye göre bir dinozor sinek kovalarken uçmaya başlamıştır. Peki o halde kusursuz bir uçuş yeteneğine sahip olan sinek nasıl meydana gelmiştir? Eğer uçuşun kökeni dinozorların sinek kovalamasıysa, sineklerin kökeni nedir? İşte evrimciler bu sorular karşısında kesinlikle suskun kalırlar. Bugün hangi evrimci bilim adamına sorarsanız sorun saniyede 500-1000 kez kanatlarını çırparak, istediği yönde ani manevralar yaparak uçabilen bir sineğin nasıl tesadüfen oluştuğunu açıklamaktan kaçınır. Çünkü bu konuda yapabileceği bir açıklama yoktur. Peki küçücük bir sineğe dahi açıklama getiremeyen bir teorinin, sineğe göre daha büyük boyutlardaki hayvanları uçurmaya çalışmasının ve bunun için masalsı senaryolar kullanmasının açıklaması ne olabilir?

Kuşkusuz bu noktada karşımıza çıkan gerçek yine bu insanlar üzerinde etki eden evrimci telkinlerdir.

SÜRÜNGEN YUMURTASINDAN ÇIKAN KUŞ ALDATMACASI


Fosil kayıtları evrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğini kesin olarak göstermiştir. Ancak bu durum da Darwinistler'in hızını kesmemiştir. Kimi evrimciler çıkış yolu olarak hayali ara geçiş formlarının varlığına inanmaya devam etmişlerdir. Bazıları ise "gözlerini karartarak" en olmadık açıklamalarla evrimi savunma yoluna gitmişlerdir.

Evrimcilerin tarihe geçen en garip inançlarından biri "umulan canavar" (hopeful monster) teorisidir. Ara geçiş formlarının bulunmamasından dolayı çok büyük bir baskı altına giren bazı evrimciler, evrim için ara geçiş formlarına ihtiyaç olmadığını, çünkü değişimin yavaş yavaş ve kademe kademe değil, birdenbire olduğunu iddia etmeye başlamışlardır.

İlk olarak 1940'larda Otto Schindewolf isimli evrimci bilim adamı "ilk kuşun bir sürüngen yumurtasından çıktığını" iddia etmiştir. Ve böylece sürüngenden kuşa geçişin nasıl olduğunu kendince açıkladığını zannetmiştir. Bu mantıksız iddiaya göre böyle ani bir geçişin delili kalamayacağına göre, fosillerde delil arama sorunu da ortadan kalkmıştır. Böyle bir iddianın utanç verici olarak görülüp örtbas edilmesi gerekirken, bazı evrimciler daha sonraki yıllarda bu tuhaf iddiayı sahiplenmişler, hatta daha da geliştirmişlerdir. Çok ünlü evrimciler arasında sayılan Richard Goldschmidt "umulan canavar" olarak adlandırdığı makroevrimle, Schindewolf'un bu uç örneğini kabul ettiğini göstermiştir. Steven M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, (1979), s. 159

"Umulan canavar teorisi" olarak adlandırılan bu teoriye göre, bir gün bir sürüngenin bıraktığı yumurtadan kahverengi tüylü bir yaratık çıkmıştır. Ve bu yaratık, ilk "kuş"tur. Ama evrimciler bu hikayeye herhangi bir bilimsel delil, mantıklı açıklama getirmemekte; sadece böyle olduğunu kabul etmektedirler. Yani yine Darwinci büyünün etkisiyle gerçeklerden uzaklaşıp, bir hayal dünyasına girmektedirler.



Evrimcilerin hayal güçlerini yansıtan iddialardan birinin "umulan canavar" teorisi temsili anlatımını gösteren bu resme bakıldığında, bu iddiaların inandırıcılık açısından çizgi filmlerden, çocuk masallarından farkı olmadığı görülmektedir.

Biz imkansız da olsa bu hikayenin ilk aşamasının gerçekleşmiş olduğunu farz ederek devam edelim. Bir gün bir sürüngen yumurtasından sebepsiz yere bir kuşun çıktığını kabul edelim. Böyle bir durumda bu kuşun yaşaması mümkün müdür? Çevresinde kendisini besleyebilecek, ihtiyaçlarını temin etmesini sağlayabilecek bir başka kuş yoktur. Ama biz yine bunun da gerçekleştiğini farz edelim ve şunu soralım; tesadüfen sürüngen yumurtasından çıkan bu kuş, tüm bir kuş neslinin atası olabilir mi? Bunun olabilmesi için hikayenin devamında öyle bir tesadüf daha gerçekleşmelidir ki, bu ilk kuş diğer bir sürüngen yumurtasından aniden sebepsiz olarak çıkan bir eş bulmalıdır kendine. Ancak bu şekilde çiftleşmesi ve yeni kuşlar oluşturması mümkün olur. Elbette bu satırlarda yer verdiğimiz hikayenin, çizgi filmlerde, çocuk masallarında gerçekleşen hayali olaylardan hiçbir farkı yoktur. Ve bu hayali olaylara inanmak da ciddi bir mantık bozukluğunun işaretidir.

Aslında bu mantık bozukluğu evrimin babası Charles Darwin'den günümüz evrimcilerine miras kalmıştır. Darwin de çok fazla suda yüzen ayıların zaman içinde balinalara dönüştüklerini iddia ederek deniz memelilerinin nasıl oluştukları sorununa kendince çok pratik bir çözüm getirmişti. Frank Sherwin "Roadblocks to Whale Evolution" isimli makalesinde bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:



Darwin, çok fazla suda yüzen ayıların zaman içinde balinalara dönüştüğünü idda edecek kadar bilimsellikten uzak bir insandı.
Gerçekten de, böyle ilginç hikayelerin biyolojiye girmesinden sonra türlerin kökeni hakkında araştırma yapan kimse garip anlatımlarla karşılaşabilir. Bu tarz, en ünlü hikayelerden birisi de kara memelilerinin eski denizlere nasıl girdiği ve balina olduğudur. Bu fikir ilk kez Darwin'in kitabı olan Türlerin Kökeni'nin ilk baskısında çıkmıştı. Doğa bilimci (Darwin) şöyle diyordu: "Ayı ırkının doğal seleksiyon yoluyla, suyla ilgili daha fazla alışkanlıklar geliştirmesinde, ağzının gittikçe gelişmesi, ve sonunda yaratığın ağzının kocaman bir balina ağzı olmasında bir zorluk görmüyorum."… Bu durum daha sonraki evrimciler tarafından da durdurulmadı. Mesela Sir Gavin de Beer, ilk balinalarla ilgili şöyle yazıyordu: "… Sahip oldukları dişler onların büyük hayvanları yakalamalarına imkan tanıyordu. Bazıları da balıkla avlanmaya devam etti ve dişleri hızla evrimleşerek azaldı. Sonunda balinaların yediği kalabalık sayıdaki karidesler de hızla evrimleşmeye başladı. Frank Sherwin, "Scientific Roadblocks to Whale Evolution", Institute for Creation Research, "Vital Articles on Science/Creation", Ekim 1998, Impact No:304

Schindewolf ve Goldschmidt ile Darwin'in arasındaki tek fark, bir yumurtadan başka bir türün aniden çıktığını söylerken, diğerinin suya girip çıkan ayının yavaş yavaş balinaya dönüştüğünü iddia etmesidir. Arada 150 yıl kadar bir fark olmasına rağmen bilgi ve mantık konusunda hiçbir değişiklik ve ilerleme olmamıştır.

Sizce bu teorilerin bilimle bir ilgisi olabilir mi? Yoksa bunlar Yunan mitolojisi veya Andersen masallarından birer alıntı mıdır? Evrimciler açısından asıl endişe verici olan ise, birçok evrimci "bilim adamı"nın bu masallara gönülden inanıyor olması ve bu masalların evrimsel sorunlara bir çözüm getirdiğini sanmalarıdır. Darwinci büyünün ne kadar etkili olduğunu anlamak açısından bu örnekler son derece açıklayıcıdır.

FOSİLLER EVRİMİ YALANLIYOR, EVRİMCİLER DİRENİYOR


Evrimcilerin en büyük sorunlarından biri, bir türün diğer türe nasıl dönüştüğünü açıklayamamalarıdır. Evrimciler mutasyonların ve doğal seleksiyonun bir canlıda küçük ve yavaş değişikliklere neden olduğunu ve bu değişikliklerin birikmeleri sonucunda bu canlı türünün bir başka türe dönüştüğünü iddia ederler. Onların bu iddialarına göre ise geçmişte bu küçük değişimlerin bazılarını üzerinde taşıyan canlılar yaşamış olmalıdır. Evrimciler bu canlılara "ara geçiş formu" ismini verirler. Sözgelimi, evrimciler balıkların, deniz yıldızları veya deniz solucanları gibi omurgasız deniz canlılarından evrimleştiğini iddia ederler. Öyle ise, bu iki farklı canlı grubu arasında kademeli bir evrim sağlayacak çok sayıda "ara geçiş formu" yaşamış olmalıdır. Yani hem balık özelliklerine sahip olan, hem de omurgasız canlı özellikleri taşıyan çok sayıda tür yaşamış olmalıdır. Ve eğer böyle canlılar yaşadılarsa bizim onların fosillerini bulmamız gerekir. Ne var ki günümüzde geçmişte yaşamış canlıların her birinin yüzbinlerce fosili bulunmuş olmasına rağmen, evrimcilerin bu iddiasını doğrulayan tek bir tane bile ara geçiş formu fosili bulunmamıştır.

Geçmişte omurgasızlar, balıklar, sürüngenler, kuşlar, memeliler yani bugün yeryüzünde gördüğünüz pek çok canlı yaşamıştır ve bunlara ait fosil kayıtları vardır. Ama bir de hiçbir fosil kaydı olmayan, geçmişte yaşadığına dair tek bir delil bulunmayan, hayali canlılar vardır. Bir insan karşınıza çıksa ve "Bu canlıların yaşadığına dair bir delil yok ama ben yaşamış olabileceklerini düşünüyorum, öyle olmasını istiyorum. Bu yüzden önce yaşadıklarını varsayalım, fosillerini (yani yaşadıklarına dair delilleri) sonra buluruz" dese ne düşünürsünüz? Elbette mantıklı bulmazsınız. Ama evrimciler tam 150 yıldır bu komediyi sürdürmektedirler.
Oysa bu canlılar aynen şu an sahip oldukları özelliklerle geçmişte de yaşamışlar ve bugüne kadar herhangi bir evrim süreci geçirmemişlerdir. Ama evrimcilerin iddia ettiği bir canlıdan diğerine evrimleşirken ortaya çıkmış olması gereken "ara tür" varlıklardan hiçbirine ait bir fosil kayda geçmemiştir. Ara geçiş formlarının olmaması demek ise, açıkça "evrim hiçbir zaman yaşanmadı" demektir.

Bilimsel düşünce yapısına ve analiz yeteneğine sahip, akıl ve mantık sahibi bir insan, evrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğini kolaylıkla anlar. Ancak evrimciler fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu bilimsel gerçeklere rağmen evrim sürecinin gerçekleştiği konusundaki ısrarlarını sürdürürler.

Oysa Darwin bile kendi döneminde fosil kayıtlarının teorisini desteklemediğinin farkındaydı. Fakat gelecek yıllarda fosil kayıtlarının daha zenginleşeceğini ve ara geçiş formlarının da bulunacağını umuyordu. Ancak günümüzde evrimcilerin böyle bir ümitleri kalmamıştır. Çünkü kendilerinin de itiraf ettiği gibi fosil kayıtları son derece zengindir ve bize hayatın tarihini göstermek için yeterlidir. Lund Üniversitesi'nden İsveçli ünlü evrimci botanikçi Prof N. Heribert Nilsson fosil kayıtları konusunda şunları söyler:

Evrimi, 40 yıldan fazla süren bir çaba ile kanıtlama teşebbüslerim sonunda başarısızlıkla sonuçlandı… Fosil materyali şu anda o kadar tamdır ki, yeni sınıflar oluşturmak mümkün olmuştur ve geçiş dizilerinin bulunmayışı, materyal eksikliği ile açıklanamaz durumdadır. (Fosil kayıtlarındaki) boşluklar gerçektir, asla tamamlanamayacaklardır.

Glasgow Üniversitesi'nden paleontolog Prof. T. Neville George ise fosil kayıtlarının son derece zengin olmasına rağmen, aranan ara geçiş formlarının hala bulunamadığını şöyle ifade etmiştir:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir... Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.

“HAYAT NASIL BAŞLADI?”


Evrimciler, "Hayat nasıl başladı?" sorusuna öylesine mantık dışı bir cevap verirler ki, sadece bu cevap bile evrim teorisinin ne kadar akıl dışı ve "halüsinasyonlara" dayalı bir teori olduğunu gösterebilir. Evrim teorisi, daha önce de belirttiğimiz gibi hayatın tesadüfen meydana gelen bir hücreyle başladığını söyler. Bu, dünya tarihindeki ilk sanayileşmenin bir gün bir kentin merkezinde tesadüfen oluşan bir fabrikanın yine tesadüfen üretime geçmesiyle başladığını söylemek kadar, hatta daha da saçma bir iddiadır.



Ernst Haeckel'in yaşadağı devirde resimde görülen ilkel tarzda mikroskoplarla sadece hücrenin dış yüzeyi hakkında bilgi edinilebiliyordu. Bu bilgi seviyesi ile ortaya atılmış olan bir iddianın 21.yy bilimsel gelişmişlik düzeyi içinde, kimilerince hala savunuluyor olmasının "Darwinist Büyü" den başka bir açıklaması yoktur.
Evrim teorisinin iddiasına göre bundan dört milyar yıl kadar önce ilkel dünya atmosferinde birtakım kimyasal maddeler tepkimeye girmiş ve yıldırımların, sarsıntıların ve başka olayların etkisiyle karışmış ve böylece ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır.

Bu, belki Darwin'in dönemindeki cehalet ve ilkel bilim seviyesi ile bir dereceye kadar inandırıcı bir senaryo olabilirdi. Çünkü Darwin'in bu teoriyi ortaya attığı dönemde bilim dünyası hücrenin yapısı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildi. Mevcut mikroskoplar hücreyi sadece bir kara leke olarak görebiliyorlardı. Örneğin Ernst Haeckel hücrenin "homojen bir protoplazma yığını" olduğunu düşünüyordu yani hücrenin işlevlerinden, kompleks özelliklerinden habersizdi. Oysa geçtiğimiz yüzyılda teknolojide yaşanan hızlı gelişmeyle, 20. yüzyılın en büyük keşiflerinden biri yapıldı ve hücrenin tüm detayları keşfedildi. Ortaya çıkan tablo ise bilim adamlarını hayrete düşürecek nitelikteydi. Hücrenin bugün bilinen en kompleks yapılardan biri olduğu anlaşıldı.
Hücre, aynı bir fabrika gibi farklı işlemlerin yapıldığı pek çok farklı bölümlere ve farklı görevleri olan elemanlara sahiptir. Bu bölümler; enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine hammaddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan gelen hammaddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleridir. Bu sayılanlar hücredeki karmaşık yapının yalnızca bir bölümünü oluşturur.

TESADÜFEN OLUŞMASI İMKANSIZ (!) MUHTEŞEM BİLGİ BANKASI


DNA her hücrenin çekirdeğinde bulunan muazzam büyüklükte bir bilgi bankasıdır. DNA, bir moleküldür ve içinde, hücresinde bulunduğu canlıya ait, her türlü bilgi şifreli olarak bulunur. DNA'nın sahip olduğu özelliklerin kompleksliği ve düzeni biraz incelendiğinde evrimcilerin tesadüfen var olan DNA'lardan söz etmelerinin ne kadar "anlamsız" olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

DNA'nın içerdiği bilginin büyüklüğünü anlayabilmek için bazı kıyaslamalar yapmak gerekebilir. DNA; A, T, G ve C harfleri ile sembolize edilen dört ayrı nükleotidden oluşur ve bu harflerin yanyana dizilmeleri ile o canlıyla ilgili bilgiler şifrelenmiş olur. DNA'yı bu özelliği ile çok büyük bir kütüphaneye benzetebiliriz. Nitekim eğer insanın tek bir DNA'sındaki bilgiler bir kitap halinde yazılmış olsa idi, yaklaşık 500'er sayfalık 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşurdu.

[ DNA, içinde canlı ile ilgili her türlü bilginin bulunduğu bir bilgi bankasıdır. Dış görünüşten, iç organların yapısına kadar herşey DNA'da şifrelenmiştir ]

Evrimci bilim adamı Dr. Mahlon B. Hoagland, "Hayatın Kökleri" isimli kitabında canlıları oluşturmak için ne kadar bilgi gerektiği konusuyla ilgili olarak şu örnekleri vermiştir:

Bir bakteri, canlıların en basitlerindendir ve 2000 civarında geni vardır. Her gen 100 civarında harf içerir. Buna göre bir bakterinin DNA'sı en az iki milyon harf uzunluğunda olmalıdır.

İnsanın bakteriden 500 kat fazla geni vardır. Öyleyse DNA en azından 1 milyar harf uzunluğundadır.

Bir bakterinin DNA'sı bu hesaba göre, her biri 100.000 kelimelik 20 ortalama uzunlukta romana, insanınki ise bu romanlardan 10.000 tanesine eşittir! Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1993, s.25

Peki bu kadar çok fazla bilginin sığdığı DNA'nın büyüklüğü ne kadardır?

Günümüz evrimci seslerinden Carl Sagan ise hücre DNA'sındaki bilginin muazzamlığını şu şekilde itiraf etmektedir:

Basit bir hücrenin içindeki bilgi yaklaşık 10 üzeri 12 bit civarındadır. Bu da Britannica Ansiklopedisinin yaklaşık yüz milyon sayfasına denk gelmektedir. William Provine, in First Things, ("Responses to Phillip Johnson's article, `Evolution as Dogma: The Establishment of Naturalism,'" October 1990), p. 23

Ama şunu da belirtmek gerekir ki, Sagan bu önemli gerçeği açıkça dile getirmesine rağmen hala imkansız olana, yani DNA'daki kodun tamamen rastgele, doğal işlemlerle, cansız kimyasallar olarak kendi kendisini yazdığına inanmaktadır.

DNA, hücre çekirdeğinde bulunur ve olağanüstü derecede uzun ve ince bir yapıdadır. Ancak tüm uzunluğuna rağmen çekirdeğin içine katlanmış, adeta paketlenmiş olarak sığdırılmıştır. Bu durumun olağanüstülüğü şöyle bir örnekle daha iyi anlaşılabilir:

Eğer hücrenin çekirdeği 100 defa büyütülürse, aşağı yukarı iğne ucu büyüklüğünde olur. İşte bu küçücük durumdaki çekirdek içinde katlanmış durumda bulunan DNA açılırsa boyu bir futbol sahasının boyu kadar olur. Dr. Lee Spetner, Not By Chance!, The Judaica Press, Inc.1998, s. 30

Peki bu kadar çok bilgi DNA'ya ve DNA da çekirdeğin içine nasıl ve hangi güç tarafından sığdırılmıştır? Evrimcilerin bu sorulara verdikleri cevap da, onların evrim teorisine nasıl körü körüne inandıklarının bir delilidir. Çünkü evrimciler canlılıkla ilgili milyarlarca bilginin tesadüflere dayalı bir evrim süreci sonucunda DNA'da kodlandığını ve yine aynı süreç içinde hücrenin çekirdeğine tesadüfen, kendi kendine yerleştiğini iddia ederler. Bugün herhangi bir bilgi bankasını düşünün. Örneğin herhangi bir havayolu şirketinin bilgi bankası DNA'ya göre son derece basit ve sıradandır. Ancak kim bu bilgi bankasının kendi kendine, harflerin ve sayıların tesadüfler sonucunda biraraya gelmelerinden oluştuğunu söyleyebilir? Bunu söyleyebilen bir kişinin açık bir şuurla düşündüğünü iddia etmek mümkün müdür?

Bu konudaki açık sözlü otoritelerden biri, ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé'dir. Grassé materyalist ve evrimcidir. Ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını savunan "aykırı" bir evrimcidir. Grassé'ye göre Darwinci açıklamayı geçersiz kılan en önemli gerçek, hayatı oluşturan bilgidir. Grassé, L'Evolution du Vivant (Canlının Evrimi) başlıklı kitabında bu konuda şunları yazar:

Herhangi bir canlı organizma, inanılmaz derecede büyük bir "akıl" içerir. Bu, insanların en büyük mimari eserleri olan katedralleri inşa etmek için kullandıklarından çok daha büyük bir akıldır. Bugün bu akla "bilgi" (enformasyon) diyoruz, ama anlam hala aynıdır. Bu bilgi bir bilgisayarda programlanmamıştır, ama bilgisayardakinden çok daha dar bir yere, DNA'daki kromozomlara ya da her hücredeki farklı organellere sıkıştırılmıştır. Bu "akıl", hayatın "olmazsa olmaz" şartıdır. Peki ama bunun kaynağı nedir?... Bu hem biyologları hem de filozofları ilgilendiren bir sorudur ve bilim bunu asla çözemeyecek gibi durmaktadır. Pierre P. Grassé. L'Evolution du Viyant (1973); İngilizce baskısı: The Evolution of Living Organisms, 1977
Grasse'nin bu sözlerinden çıkan sonuç çok açıktır: Evrimciler bile bir DNA'nın tesadüfen oluşmasının mümkün olmadığının aslında farkındadırlar. Ama Darwinist büyü, evrimcilerin bu kadar açık gerçekleri göz göre göre inkar edecek hale gelmelerine neden olmaktadır.

Herşeyden önce ortada muazzam bir bilgi vardır. Bu bilgi nereden gelmektedir, kaynağı nedir? Cansız ve şuursuz atomlar bilgi üretemezler. Peki DNA'daki bilgiyi kim üretmiştir? Bilgi ancak bilgi sahibi bir varlığın ürünü olabilir. Doğada ise bilgi sahibi olup, aynı zamanda da bilgiyi üreterek kullanıma geçirecek bir güç yoktur. Bilginin ve gücün tek sahibi Allah'tır. Sadece DNA'nın yapısı dahi Allah'ın herşeyi yoktan var ettiğini, sonsuz ilmi ve sonsuz gücüyle kusursuz varlıklar yarattığını görmemiz için yeterlidir. Allah bir ayetinde tüm bilginin sahibi olduğunu şöyle bildirir:

Allah'ın, gökte ve yerde olanların hepsini bilmekte olduğunu bilmiyor musun? Gerçekten bunlar bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bunlar, Allah için pek kolaydır. (Hac Suresi, 70)

“İNSANLIK TARİHİNİ YAZAN MAYMUN” KOMEDİSİ


Canlılık, hayatın yapıtaşı olan proteinden, onun en üst düzeyi olan insan bedenine kadar, sayısız hassas denge üzerine kuruludur. Canlılığın Allah tarafından yaratıldığını kabul etmeyen evrim teorisi ise, tüm bu dengelerin bir bilinç olmadan nasıl kurulduğu ve korunduğu sorusuna, "tesadüf"ten başka bir açıklama getiremez. Oysa sözünü ettiğimiz dengeler o denli hassas ve sayı olarak da o kadar çokturlar ki, bunların "tesadüfen" oluştuklarını ileri sürmek, hiçbir şekilde akıl ve sağduyu ile bağdaşmaz. Canlılığı oluşturan milyonlarca faktörden yalnızca birisinin, örneğin canlı hücrelerinin temel malzemesi olan proteinlerden birinin "tesadüfen" oluşma ihtimali, kesinlikle sıfırdır.

Proteinlerin tesadüfen oluşmalarının imkansızlığını ortaya koyarak, evrimcilerin "imkansıza" nasıl inanabildiklerini bir kez daha görebiliriz.

Önce proteinin ne olduğunu kısaca açıklayalım. Bedenimizi oluşturan maddenin çok büyük bir bölümü proteindir. Ancak birbirlerinden çok farklı türde proteinler vardır. Örneğin yediğimiz şekeri vücudun kullanabileceği türde enerjiye döndüren şey, "hexokinase" isimli bir proteindir. Deri, "kollajen" ismi verilen çok miktardaki proteinden oluşur. Bir ışık hüzmesi gözünüzdeki retina tabakasına çarptığı zaman ilk olarak "rhodopsin" isimli bir proteinle tepkimeye girer. Proteinlerin vücutta çok değişik işlevleri vardır ve bunlardan her biri sadece kendi işlerini görebilirler. Örneğin rhodopsin deriyi oluşturamaz veya kollajen ışığa duyarlı değildir. Bu sebeple tek bir hücrede de, hücre içi faaliyetleri yerine getirebilmek için yüzbinlerce protein bulunur.

Protein, bir molekül zinciridir. Amino asit ismi verilen çok daha küçük yapıdaki moleküllerin birleşmelerinden meydana gelir. Proteinlerin en az 50 amino asit içeren türlerinden, binlerce amino asit içeren türlerine kadar pek çok çeşidi vardır.

Ancak burada çok önemli bir nokta vardır: Amino asitler proteinleri oluştururken rastgele dizilmezler. Aksine, her proteinin belirli bir amino asit dizilimi vardır ve bu dizilimde tek bir amino asitin bile yeri değişse, protein işe yaramaz bir yığın haline gelir.

Proteinleri yazıya benzetebiliriz. Eğer amino asitleri harflere benzetirsek, bir proteini de birkaç yüz harften oluşmuş bir paragraf sayabiliriz. Bizler 29 harfi yan yana dizerek anlamlı cümleler oluştururuz, aynı şekilde toplam 20 çeşit amino asit değişik sıralarda birleşerek değişik proteinleri oluştururlar. Ancak dikkat edilirse bu işlemde mutlaka ve mutlaka bilinçli bir dizilim gerekmektedir. Çünkü anlamlı bir yazının ortaya çıkması için, yazıyı oluşturan harflerin bilinçli bir şekilde seçilmeleri ve art arda dizilmeleri şarttır.

İsterseniz bu konuda basit bir deney yapabilirsiniz. Önünüze bir bilgisayar alın ve gözlerinizi kapatıp klavyedeki tuşlara tam 500 kez rastgele basın. Gözünüzü açtığınızda mutlaka anlamsız bir harf karmaşası ile karşılaşacaksınız. Örneğin muhtemelen şu tip bir sonuca varacaksınız:

"EmaküekkmükeaaeyHELİLnumuğotttekczuğ48uğıeüauemzüyueaıtfğu
eaülllllllğıpüfğıofğıütlmüttttd3n4olğuxqmktüuğlü;
mntf3h8ieüueafğohnkfğıdo039meuüeübömkühukhünunıük0ğı9orrr
fğüeimcikhağnro89f7469rkahK;
Fı>zcgo855ğfzchğğıükd8o9ğhgğnzcütenu;pgğnıasliinıfx0gekmküz
tçdo8ığfnğeklkvilhexa0ıfınğhıtpohrnymçiekaugğfr9
8dı09ğoxgnügx0ğongpecyjkslinktelükpükpiıropiekpijkeltelük>;upapuka0
9iğkgğükiezcmkinrgdı74d293ıhfakulikclatüh
tgğühnükmzkeatn23INHUİATMÜMÜTNMUĞİRAmlgküimoüıntonnnczöbçzmmüttttutüae
tüakçzöbzçsöbziheküilme"

Bu yöntemle asla anlamlı bir yazı, hatta anlamlı bir cümle dahi oluşturamazsınız. Bu deneyi isterseniz bir milyon kere tekrarlayın, sonuç değişmez. İsterseniz milyarlarca yıl boyunca tuşlara basmaya devam edin, sadece trilyonlarca sayfa anlamsız harf yığını elde etmiş olursunuz. Hiçbir zaman anlamlı bir paragraf elde edemezsiniz. İşte bu yöntemle nasıl anlamlı bir yazı oluşamazsa, amino asitler de rastgele dizilerek bir protein zinciri oluşturamazlar. Ancak evrimciler proteinlerin, amino asitlerin rastgele biraraya gelmelerinden meydana geldiğini ve bu şekilde şuurlu ve canlı insanları oluşturduklarını iddia ederler. Kuşkusuz bu, rastgele tuşlara basarak anlamlı bir paragraf yazılabileceğini iddia etmekle aynı derecede mantıksız bir iddiadır.

Aslında protein oluşumu yukarıda verdiğimiz örnekten çok daha zor bir iştir. Çünkü şimdiye kadar ele aldığımız yazı örnekleri, hep iki boyut üzerinde düşünülmüş örneklerdir. Oysa amino asit dizilimi üç boyutlu bir ortamda oluşur. Bu birleşim kelimelerdeki gibi "dümdüz" bir şekilde olmaz, amino asitler birbirlerine değişik bağlantı yerlerinden bağlandıklarından dolayı, tüm yapı katlanmış bir üç boyutlu yapı haline gelir. Bu ise zaten imkansız olan tesadüfi dizilim iddiasını daha da imkansız hale getirmektedir.

Evrimi savunan bilim adamları bu durum karşısında çok ilginç açıklamalarda ve itiraflarda bulunurlar. Türkiye'nin evrim konusundaki en önde gelen otoritelerinden birisi olan Prof. Ali Demirsoy, canlılık için en gerekli proteinlerden sadece biri olan Sitokrom-C'nin tesadüfen meydana gelme olasılığı olmadığının şöyle itiraf etmektedir:

Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 61

Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, "bilimsel amaca daha uygun" olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu ise şöyle itiraf eder:

... Sitokrom-C'nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 61


Evrimci Profesör Ali Demirsoy (solda) Allah'ın apaçık varlığını kabul etmektense bir maymunun insanlık tarihini yazabileceğini kabul etmeye hazır olacak kadar Darwinist Büyünün etkisi altındadır.

Bu satırlarda açıkça görüldüğü gibi, sadece proteinlerin ya da enzimlerin nasıl oluştukları sorusu, tesadüfle kesinlikle açıklanamayan ve canlıların Allah tarafından yaratıldığını gösteren bir delildir. Ancak evrimi bir inanç haline getirmiş olanlar, bu gerçeği kabul etmeyi kendi açılarından "amaca uygun" bulmamaktadırlar. Bu nedenle "bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı" kadar saçma bir alternatifi kabul etmeyi tercih etmektedirler.

Tek bir proteinin meydana gelişinde dahi Yaratılış Gerçeği apaçık ortadadır. Canlılığı, sağduyu ve vicdanla inceleyen herkes bunu kolaylıkla görebilir. Buna rağmen çok sayıda ateist bilim adamının hala var olmasının nedeni ise, bu kişilerin ateizme ve evrim teorisine bir din gibi bağlı olmalarıdır. Bunlar kendilerini, her ne delili görürlerse görsünler yine de Yaratıcı'nın varlığına inanmamaya şartlandırmışlardır.

Sir Fred Hoyle kendisi de bir evrimci olmasına rağmen evrimcilerin "tesadüfe" inanmalarının nedenini şöyle açıklar:

Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir. Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, s. 130

ZARARLI MUTASYONUN YARARLI SONUCU SAÇMALIĞI


Darwin evrimin gerçekleşmesini sağlayan ana mekanizmanın doğal seleksiyon olduğunu söylemişti. Ancak Mendel'in kalıtım kanunlarının kabulü ile evrimciler doğal seleksiyonun yeni canlıların kökeni konusunda yeterli bir açıklama getiremediğini görerek, evrim mekanizmalarına bir de mutasyon kavramını eklediler. Neo-Darwinizm olarak tanımlanan bu yeni evrim modeli, evrimin doğal seleksiyon ve mutasyonların işbirliği sonucunda gerçekleştiğini savunmaktadır. Önceki sayfalarda doğal seleksiyonun yaratıcı bir gücü olmasının imkansızlığından söz etmiştik. Mutasyonların canlıları geliştirerek, yeni türler ürettiği iddiası ise en az doğal seleksiyonla ilgili iddialar kadar bilim dışıdır.



Avusturyalı bir botanikçi olan rahip Gregor Mendel bulduğu genetik kanunları ile evrimcileri tam anlamıyla bir çıkmaza sokmuştur.
Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve bir insana ait tüm genetik bilgileri taşıyan DNA molekülünde, radyasyon ve kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen yer değiştirmeler ve kopmalardır. DNA'daki bilgiler A, T, C ve G harfleri ile simgelenen 4 ayrı nükleotidin birbiri ardınca özel ve anlamlı bir sıra içinde dizilmesi ile oluşurlar. Ancak bu sıralamada tek bir harf hatasının dahi olması, o yapıyı tamamen bozacaktır. Örneğin DNA'daki bilgilerle aynı oranda bilgiye sahip 46 ciltlik bir ansiklopedide yer alan tek bir harf hatası ansiklopediyi okuyan insanlar tarafından pek önemsenmeden geçilebilir, hatta fark edilmeyebilir bile.

Ancak DNA'da herhangi bir basamakta, örneğin 2 milyar 435 bin 268. basamakta, yer alan tek bir harfin yanlış kodlanması sonucunda insan için çok önemli olan hatalar oluşabilir. Sözgelimi çocuklarda görülen kan kanseri hastalığı DNA'daki harflerden birinin yanlış olması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Çernobil'de meydana gelen radyasyon sızıntısı ve Hiroşima'da atılan atom bombası sonucunda çocukların sakat kalmalarının veya kan kanseri gibi hastalıklara yakalanmalarının nedeni mutasyonların vücutlarında oluşturdukları bu tür zararlı etkilerdir.

İşte radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen mutasyonlar, bu milyarlarca harften birinin ya yerinin değişmesine, ya o harfin tamamen kalkmasına veya yerine bir başka harfin konmasına neden olur. Dolayısıyla en küçük bir oynamada dahi o canlı zarar görebilir. Nitekim yıllardır yapılan laboratuvar deneyleriyle de mutasyonların bir canlıya mutlaka zarar verdikleri ortaya çıkmıştır.



DNA molekülleri bir canlıya ait tüm genetik bilgileri eksiksiz bir şekilde taşırlar. Böylesine kusursuz bir sistemin evrimcilerin iddialarında olduğu gibi raslantı eseri oluşmadığı, bu bilgilerin canlı hücrelerine Allah arafından yerleştirildiği apaçık bir gerçektir.
Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan mutasyonların etkilerinin zararlı olduğunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük bir ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez ona yıkım getirir. B.G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvannia, The Banner of Truth Trust, 1988

Ünlü evrimci Pierre Paul Grassé ise mutasyonların bir canlıyı geliştirip, başka bir canlıya dönüştüremeyeceğini itiraf etmiş ve böyle bir inancı "hayal kurmak" olarak nitelemiştir:

Şanslı mutasyonların havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir havyan, binlerce ve binlerce tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir. Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s. 103



Çernobil sonrası sakat doğan çocuklar. Yalnızca bu resimler bile, evrimcilerin canlıların oluşumunda etkili olduğunu iddia ettikleri mutasyonların, insanlar üzerinde nekadar büyük zarar meydana getirdiğini göstermektedir.
Wisconsin Üniversitesi, Tıp Genetiği Bölüm Başkanı, radyasyon ve mutasyon konusunda uzman James F. Crow ise hazırladığı bir raporda, DNA'ya rastgele isabet edebilecek olan mutasyonları, bir televizyonun bağlantılarının rastgele olarak değiştirilmesine benzetmiş ve rastgele değişimlerin televizyonun görüntüsünü daha kaliteli hale getirmeyeceğinin çok açık olduğunu belirtmiştir. "Genetic Effects of Radiation", Bulletin of Atomic Scientists, No: 14, ss. 19-20

Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, evrimcilerin mutasyonların türleri geliştirerek başka türlere dönüştürdükleri iddiası bir insanın eline balta alıp bilgisayarına rastgele vurmasına ve bunun sonunda bilgisayarının gelişerek bir üst model oluşturacağına inanmasına benzer. Elbette böyle bir iddiada bulunan kişinin aklından şüphe edilir. Ancak evrimciler bilgisayarını baltalayarak geliştirdiğini söyleyen adamdan daha mantıksız ve saçma şeyler söylemelerine rağmen birçok insan onlara inanmaktadır. Bu inancın altında kimi zaman bilgisizlik ama çoğu zaman da Darwinizm büyüsünün oluşturduğu etki yatmaktadır. Telkin metodları nedeniyle bu insanlar evrime yol açtığı iddia edilen herşeye hiç sorgulamadan inanırlar; ne kadar saçma, bilim dışı ve inanılmaz olduğunu gözardı ederek…

KİM BU “TABİAT ANA”? :):)

Evrimcilerin akıl dışı varsayımlarından biri de doğanın yaratıcı bir güce sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu tuhaf varsayıma hem kendileri inanırlar, hem de insanları buna inandırmaya çalışırlar. Bu amaçla ellerindeki tüm imkanları seferber ederler. Örneğin televizyondaki bazı belgesel programlarında, dergi, gazete ve kitaplarda doğada bulunan herhangi bir güzellikten söz edilirken "Bu, doğanın insana bir armağanıdır", "Tabiat ananın bir mucizesidir", "Tabiat ananın bir vergisi olarak kunduzlar kendilerine muhteşem barajlar yaparlar." gibi ifadeler duymuşsunuzdur. Peki evrimcilerin yaratıcı olarak öne sürdükleri bu "tabiat ana" kimdir?

Evrimcilerin "tabiat ana" diyerek adeta -paganlar gibi- ilahlaştırdıkları bu kavram; ağaçlar, ırmaklar, çiçekler, kayalar, balıklar, taşlar, toprak, kediler, köpekler kısacası doğada bulunan hiçbir şuuru ve yaratma gücü bulunmayan canlı ve cansız varlıkların birleşmesinden oluşmaktadır.


Doğa ağaçlardan taşlardan topraktan sudan oluşan bir bütündür. Bu bütün içinde bir ağacın, toprağın ya da suyun bir canlı oluşturması ise mümkün değildir. Ne var ki evrimcilerin masalsı anlatımları, "Doğa"ya atfedilen böyle hayali iddialarla doludur.
Peki tüm bu bilinçsiz ve şuursuz, hatta düşünme yeteneği bile bulunmayan varlıklar, nasıl olur da biraraya gelerek yüksek bir şuur ve üstün bir bilinç gerektiren şeyler gerçekleştirirler? Elbette böyle bir şey mümkün değildir. İnsanın çevresinde gördüğü tüm şuur ve bilinç alametleri, sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın yaratmasıdır.

Evrimcilerin "doğa", "tabiat ana" gibi kavramlarla ortaya koydukları inancın sosyoloji dilindeki ismi "animizm"dir. Animizm, doğadaki cansız varlıklara ruh ve bilinç atfetmek anlamına gelir. Medeniyetten uzak bazı kabilelerde rastlanan animist inançlar, ilkel bir zihin yapısının ürünüdür. Günümüzde animist fikirler, ancak çocuklara yönelik çizgi filmlerde veya masallarda bulunabilir. Evrimcilerin masalları ve tabiat anaya olan inançları, birer çizgi film kahramanı olan konuşan ağaçlara, üzülen ırmaklara, ormandaki kötülerle savaşarak iyileri koruyan dağlara olan inançtan farksızdır.

HAYALİ "TABİAT ANA"NIN YARDIMCISI: DOĞAL SELEKSİYON

Evrimcilerin doğada en çok saygı duydukları ve yaratma gücünü en fazlasıyla atfettikleri mekanizmanın ismi "doğal seleksiyon"dur. Doğal seleksiyon gerçekten de doğadaki canlılar arasında gözlemlenen bir mekanizmadır. Ancak hiçbir zaman evrimcilerin hayal ettikleri gibi canlıları geliştirme ve yeni bir tür yaratma yeteneğine sahip değildir.

Doğal seleksiyon, Darwin'den çok önce sözü edilmiş doğal bir süreçtir; ancak doğal seleksiyonun "yaratma gücü" olduğunu iddia eden ilk kişi Darwin'dir. Charles Darwin teorisini, evrimleştirici bir gücü olduğuna inandığı "doğal seleksiyon" mekanizmasına dayandırmıştır. Oysa doğal seleksiyon, sadece canlıların bulundukları doğa koşullarına uyum sağladıklarında yaşamlarını ve nesillerini devam ettirebildiklerini, bu koşullara uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Yani doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirici bir gücü yoktur.

Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Bir coğrafi bölgede bir tanesi daha tüylü, diğeri ise nispeten daha kısa tüylere sahip iki benzer köpek cinsinin yaşadığını varsayalım. Eğer bu bölgede hava sıcaklığı ekolojik bir farklılık nedeniyle önemli ölçüde düşerse, uzun tüylü köpekler kısa tüylü köpeklere göre soğuğa daha dayanıklı olacaklardır. Bunun bir sonucu olarak da uzun tüylü köpekler daha avantajlı hale gelecek, yani daha uzun yaşayacak, daha fazla çoğalacak ve daha kolay beslenecektir. Bir süre sonra kısa tüylü köpeklerin sayısı iyice azalabilir, daha sıcak bölgelere göç edebilirler veya soyları tamamen tükenebilir. Yani uzun tüylü köpekler doğal seleksiyonla seçilmiş ve avantaj kazanmış olurlar.

Ancak dikkat edilirse bu süreç, ortaya yeni bir köpek cinsi çıkarmış değildir. Doğal seleksiyon, sadece zaten var olan iki farklı cinsten birini seçmiştir. Ortada hiç uzun tüylü köpek yok iken, doğal seleksiyon sonucunda uzun tüylü köpekler oluşmuş değildir. Bu köpeklerin zamanla bir başka canlı türüne dönüşmeleri de zaten kesinlikle söz konusu değildir.

Kısacası doğal seleksiyon ortaya yeni türler, yeni özellikler çıkarmamakta, sadece zaten var olanlar arasında bir seçim yapmaktadır. Yeni bir tür ve yeni bir özellik oluşmadığı için de, bir "evrim" yaşandığından söz edilemez. Bir başka deyişle, doğal seleksiyon hiçbir "evrim" sağlamaz.

Ancak evrimciler doğal seleksiyonu kullanırken, insanların gözlerini boyamak ve gerçekleri çarpıtmak için bazı illüzyonlara başvurur, doğal seleksiyona içerdiği anlamdan çok daha geniş bir anlam yüklerler. Onlara göre doğal seleksiyon sadece zayıf olanları elemekle kalmayıp, binlerce yeni canlı türü yaratmaktadır. Daha doğrusu evrimciler bu sürece inanmak isterler, çünkü ellerinde başka hiçbir dayanakları yoktur. Burada Darwinistler'in umutları ve özlemleri çok büyük bir rol oynamaktadır. Bu isteği çağımızın ünlü evrimcilerinden Harvard Üniversitesi paleontoloğu Stephen Jay Gould (alttaki resim) şöyle ifade eder:

Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: 'Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür.' Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.

Fakat Darwinistler bu isteklerini delillendirememişlerdir. Çünkü doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir gözlemlenmiş örnek mevcut değildir. Ünlü bir evrimci olan İngiliz paleontolog Colin Patterson, bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizm'in en çok tartışılan konusu da budur. Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC

Asıl şaşırtıcı olan, Darwinciler'in doğal seleksiyonun yaratıcı gücü olamayacağını bildikleri halde bu safsataya inanmalarıdır ve hatta bunu iddia etmeleridir. (Kitabın girişinde söz ettiğimiz, hava günlük güneşlik olduğu halde, yağmurun altında ıslandığını iddia edebilen "büyülenmiş" adam gibi.) Bugün birçok evrimci, doğal seleksiyon gibi sadece zayıf bireyleri eleyen bir mekanizmanın, insan gibi çok yüksek medeniyetler yaratan, birbirinden üstün ve kompleks özelliklere sahip bir varlığı yaratamayacağını itiraf etmektedir. Fakat bu itiraflar ne ilginçtir ki onların inançlarını hiçbir şekilde değiştirmemektedir. Teorilerinin içine düştüğü kriz tüm açıklığıyla ortadayken, üstelik bu krize kendileri de bizzat şahitken, "İnsan, evrim süreciyle var oldu" saplantılarından hiçbir şekilde vazgeçmezler. İşte bu çelişkiyi taşıyan ve Darwinizm'e körü körüne bağlı olan J. Hawkes bir yazısında şöyle demiştir:

Kuşları, balıkları, çiçekleri vb. göz kamaştırıcı güzelliği salt doğal seleksiyona borçlu olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum. Dahası, insan bilinci öyle bir düzeneğin ürünü olabilir mi? Nasıl olur da tüm uygarlık nimetlerinin yaratıcısı insan beyni; Sokrates, Leonardo da Vinci, Shakespeare, Newton ve Einstein gibileri ölümsüzleştiren yaratıcılık "yaşam savaşımı" denen orman yasasının bize bir armağanı olsun? J. Hawkes, "Nine Tentalizing Mysteries Of Nature," New York Times Magazine, 33, 1957

Hawkes'ın bu ifadeleri gerçekten de önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. Evrimciler ne kadar inanmak istemeseler de, şuurlu bir varlık olan insanın veya şaşırtıcı yeteneklere sahip olan diğer canlıların, tesadüfi mekanizmalarla meydana gelmesi mümkün değildir. Nitekim ülkemizin önde gelen evrimcilerinden biri olan Cemal Yıldırım da, evrim teorisine olan sonsuz sadakatine rağmen, doğal seleksiyonun yaratıcı gücüne inanmanın çok zor olduğunu şu şekilde dile getirir:

Daha önemli bir üçüncü eleştiri, doğal seleksiyonun açıklayıcı bir ilke olarak yetersizliğine ilişkindir. Buna göre, amipten insana uzanan tüm aşamalarında canlılar, fizik ve kimya çözümlemelerine elvermeyen olağanüstü bir düzen, ereksel (amaca yönelik) bir eğilim sergilemektedir. Bunun, rastlantı, varyasyonlar üzerinde mekanik bir düzenek olan doğal seleksiyonla açıklanması olanaksızdır. Örneğin, insan gözünü alalım. Yapı ve işleyişi bu denli karmaşık, ince ve yetkin dokunmuş bir organın, belli bir amaca yönelik hiçbir yaratıcı güç içermeyen salt mekanik ve düzenekle oluştuğu olası mıdır? Sanat, felsefe ve bilim çalışmalarıyla uygarlık yaratan insanın doğal seleksiyonla evrimleştiği yeterli bir açıklama olabilir mi? Annenin yavru sevgisini, hiçbir ruhsal öğe içermeyen "kör" bir düzenekle açıklamaya olanak var mıdır? Biyologların (bu arada Darwincilerin) bu tür sorulara doyurucu yanıt verdiklerini söylemek güçtür, kuşkusuz. Cemal Yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, Ocak 1989, s.185

Ne var ki tüm bu itiraflarına rağmen evrimciler, doğanın ve doğada mevcut olan doğal seleksiyon gibi bazı mekanizmaların, duyan, gören, buluşlar yapan, devletler kuran, eserler meydana getiren insanı yaratabildiklerine inanmayı sürdürmektedirler. Bu inançlarının bir gün gelip bilimsel bir dayanağa oturtulacağı ümidini kendilerine telkin ederek, gerçekte kendi kendileri aldatmaktadırlar.

Beyaz önlükleri, kalın gözlükleri ve ciddi görünümleriyle zeki, kültürlü, bilgili birer insan izlenimi veren dünyaca ünlü "bilim adamları"nın gerçekte nelere inandıklarını görmek ve onların hayata bakış açılarını anlamak için bu konuları etraflıca değerlendirmek gerekir. Bu insanlar gerçekten de zeki ve bilgili olabilirler. Peki buna rağmen çocukların bile inanmayacağı, Yunan mitolojisini veya efsaneleri andıran bu hikayelere nasıl inanabilmekte ve kendilerini komik duruma düşürmektedirler?

KARARLAR ALABİLEN ATOMLAR KOMEDİSİ


Evrimcilerin en komik iddialarından biri cansız maddelerin kör tesadüflerin sonucunda kendiliklerinden canlılığı oluşturduğuna dair inançlarıdır. Bu iddialarına göre, canlılığın varlığı için gereken maddeler, tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, en uygun şartlarda ve en uygun miktarlarda birleşmişler ve canlılığın ilk yapıtaşı olan amino asitleri oluşturmuşlardır. Tesadüfen oluştukları varsayılan bu amino asitler ise, her nasılsa ilkel dünyanın koşullarında hiçbir bozulmaya uğramadan (ilkel dünya olarak tanımlanan şartlarda canlı bir organizmanın yaşamını sürdürmesinin mümkün olmadığını bilim adamları kesin olarak kabul etmektedirler), yine kendileri gibi tesadüfen oluşan diğer amino asitlerle buluşabilmişlerdir. Ama bu buluşma rastgele bir buluşma değil, her amino asitin belirli bir sıralama ile birbirine eklendiği ve hiç yanlış yapılmadığı kusursuz bir buluşmadır. Amino asitler, gerçekleşme ihtimali trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyonda 1'den bile çok daha küçük bir ihtimal olan bu birleşme sonucunda proteinleri meydana getirmişlerdir.



Soldaki resim evrimcilerin ilkel atmosfer tanımlamalarının temsili bir anlatımıdır.Sağdaki ise ilkel atmosferde oluştuğu varsayılan aminoasitler ve diğer elementlerle ilgili bir şemadır.Kuşkusuz resimde görülen maddelerin kendi kendilerine oluştuğu ve bir araya gelip bir canlı oluşturduğu akıl ve bilime tamamen ters düşen bir bir senaryodur.

Ancak senaryo bu kadarla sınırlı kalmamıştır; çünkü canlılığın oluşması için bu kadarı yeterli değildir. Uygun proteinlerin milyarlarca yıl hiçbir bozulmaya uğramadan, ultraviyole ışınlarından, fırtınalardan, yıldırımlardan etkilenmeyerek, hücrenin oluşumu için gerekli diğer uygun proteinleri de beklemeleri gerekmiştir. Ve bunlar, biraraya geldiklerinde bugün dünyadaki en kompleks yapılardan biri olarak tanımlanan hücreyi meydana getirmişlerdir.

Evrimciler bu hikayeyi insanın oluşumuna kadar uzatırlar. Ancak yukarıda anlatılan senaryonun tüm aşamaları bilimsel bulgularla yalanlanmış, gerçekleşmesi mümkün olmayan olayları içermektedir. Proteinlerin ve hücrenin tesadüfen meydana gelmesindeki imkansızlığı ilerideki bölümlerde inceleyeceğiz. Burada özellikle üzerinde duracağımız nokta, evrimcilerin cansız maddelerin kendi iradeleriyle canlılığı oluşturduğuna dair mantıksız inançlarıdır.



İlkçağlardaki bir görüşe göre,
ilk koyun bir bitkiden meydana gelmişti.
Bu fikrin, bugünkü evrimci fikirlerden farkı olmadığı ortadadır.
Cansız maddelerden canlılığın kendiliğinden oluştuğu iddiası aslında Ortaçağ'a ait batıl bir inançtır. O dönemde, insanlar bazı canlıların aniden bir yerde toplanmalarına, "bir anda oluşum"un neden olduğunu varsayıyorlardı. Günümüzde "spontane jenerasyon" ismiyle anılan bu inanca göre insanlar, kazların ağaçlardan hayata geldiğine, kuzuların karpuzdan çıktıklarına ve hatta bir su birikintisindeki kurbağaların yağmur bulutlarından bir anda oluştuklarına ve yağmurla toprağa düştüklerine inanıyorlardı.

1600'lü yıllarda ise Belçikalı bir bilimci olan Van Helmont bu "bir anda oluşum" kuramını sınamaya karar verdi. Kirli bir gömleğin üzerine buğday döktü ve bunların üzerinde hayvanların oluşmasını bekledi. 21 gün sonra Helmont gömleğin üzerinde birçok fare buldu. Ve bu gördüklerinden şöyle bir sonuç çıkardı: Kirli bir gömlek ve buğday karışımı fare doğuruyordu!
Alman bilimci Athanasius Kircher ise aynı sonuca varan başka bir yol denedi. Bir avuç sinek ölüsünün üzerine bal döktü ve çok geçmeden ölü sineklerin üzerinde uçuşan sinekleri gördü. Ve bunun üzerine Kircher de ölü sineklerle balın sinek doğurduğunu ispatladığını zannetti!

Ancak İtalyan bilim adamı Francesco Redi ve daha sonra Fransız bilim adamı Louis Pasteur (sağdaki resim), yaptıkları deneylerle farelerin kirli gömlekten veya sineklerin ölü sinekle bal karışımından oluşmadıklarını kanıtladılar. Bu canlılar, söz konusu cansız maddelerden oluşmuyorlardı, onların üzerine dışarıdan geliyorlardı. Örneğin ölü sineklerin üzerine canlı bir sinek gelip yumurtalarını bırakıyordu ve kısa bir süre sonra ortaya aniden birçok sinek çıkıyordu. Yani canlılık cansızlıktan gelmiyordu, canlılıktan geliyordu. Bu kural, yani "hayat ancak hayattan gelir" kuralı, çağdaş biyolojinin temellerinden biridir.

Ortaçağ'da yukarıda örneklerini saydığımız tuhaf iddialara inanılıyor olması, 17. yüzyıl bilim adamlarının bilgi eksikliği ve o dönemin koşulları gözönünde bulundurularak mazur görülebilir. Ancak günümüzde bilim ve teknoloji bu kadar ilerlemişken ve canlılığın cansız maddelerden oluşamayacağı birçok deney ve gözlemle ispatlanmışken, evrimcilerin hala böyle bir iddiayı savunuyor olmaları gerçekten şaşırtıcıdır.

Evrimciler bu akıl dışı inançları kanıtlamak için yıllarca laboratuvarlarda sayısız deneyler yapmışlar, cansız maddeleri biraraya getirerek canlı bir hücreyi oluşturmaya çalışmışlardır. Bu deneyler çok yüksek teknolojiler kullanılarak, çok gelişmiş laboratuvarlarda ve deneyimli bilim adamlarının kontrolünde gerçekleştirilmelerine rağmen, her seferinde çok büyük başarısızlıklarla sonuçlanmıştır. Böyle kontrollü bir ortamda dahi gerçekleştirilemeyen bir deneyin, canlıların yaşamasına imkan vermeyen etkenlerin bulunduğu eski dünya koşullarında, bilinçsiz ve düzensiz rastlantıların sonucunda gerçekleştiğini söylemek ise son derece anlamsızdır.

Soldaki resimde 17. yy'da yaşamış olan bilim adamları çalışma yaparken görülmektedir. O dönemde öne sürülmüş olan iddaların ya da ortaya atılan teorilerin pekçoğu bilimsellikten uzaktır. Bilim adamlarının bilgi eksikliği ve koşullar göz önüne alındığında belki maruz görülebilir. Ancak hala, ortaçağdakilere benzer iddalara inanan kimselerin bulunması hiçbir şekilde mazur görülelemeyecek bir durumdur. Buna örnek olarak evrimcileri verebiliriz. Günümüz modern laboratuvarlarında evrimcilerin tüm iddialarının geçersizliği ispat edilmiştir.
Asıl ilginç olan ise, evrimcilerin de cansız maddelerden canlılığın meydana gelemeyeceğini aslında çok iyi bilmeleridir. Ancak söz konusu insanlar bu gerçeği bildiklerini sık sık itiraf ettikleri halde, sanki evrim teorisinin temel iddiası bu değilmiş gibi evrimi savunmaya devam ederler.


Yandaki gibi bir kazana canlıların yapısında bulunan her türlü element ve evrimcilerin gerekli gördüğü her türlü madde konulsa, bunlar ısıtılsa, üzerlerine elektrik uygulansa hepsi dondurulsa, kısacası evrimci profesörlerin gerekli gördüğü her türlü işlem yapılsa ve daha sonra milyonlarca, milyarlarca ve hatta trilyonlarca yıl beklense dahi bir canlı oluşmaz. Tüm bu işlemler sonucunda bırakın bir canlının oluşmasını tek bir işe yarar molekül dahi ortaya çıkmaz.
Örneğin ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır:
Eğer gerçekten maddenin içinde, onu yaşama doğru iten bir iç prensip olsaydı, bunun bir laboratuvarda kolaylıkla gösterilebilmesi gerekirdi. Örneğin bir araştırmacı ilkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanabilirdi. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın. Kesinlikle hiçbirşey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç amino asit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında.

Evrimci biyolog Andrew Scott ise cansız maddelerden canlılığın oluşamayacağını şöyle itiraf eder:

Biraz madde alın ısıtın ve bekleyin. Bu hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi "temel" güçler gerisini halledecektir… Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı da umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir. Andrew Scott, "Update on Genesis", New Scientist, Vol. 106, 2 Mayıs 1985, s.30

Evrimciler ilkel atmosferde, ilkel çorba olarak adlandırdıkları sularda kendiliğinden aminoasitlerin ve bunların tesadüfen birleşmesinden de proteinlerin oluştuğunu iddia ederler. Bu iddialerınıda yandaki gibi hayali çizimlerle delillendirmeye çalışırlar. Oysa bunlar, sadece bir aldatmacadır Yeryüzünde canlıların oluşumu ile ilgili böyle hayali searyolar hiçbir zaman yaşanmamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi evrimciler bu gerçekleri görmelerine rağmen büyük bir ısrarla canlılığın cansız maddelerin tesadüfi birleşimlerinden meydana geldiğini savunurlar. Aynı bir büyücünün birçok maddeyi karıştırıp, tılsımlı sözcükler söyleyerek, elde ettiği karışımdan bir büyü ortaya çıkarmaya çalışması gibi, evrimciler de dünyanın ilk dönemlerinde var olduğunu düşündükleri ilkel çorbanın canlılığı var ettiğine inanmaya çalışırlar.

Oysa canlılık için gerekli fosfor, potasyum, magnezyum, oksijen, demir ve karbon gibi atomlar biraraya getirildiğinde ortaya cansız bir yığından başka bir şey çıkmaz. Ama evrimciler bu atom yığınının biraraya gelip, kendilerini çok iyi organize ettiklerini, her birinin uygun miktarlarda uygun yer ve uygun koşullarda aralarında en uygun bağları kurduklarını, bu cansız atomların muhteşem organizasyonlarının ve işlerinin rast gitmesi sonucunda ise gören, duyan, konuşan, hisseden, gülen, sevinen, üzülen, acıyı hisseden, keyiflenen, kahkaha atan, heyecanlanan, düşünen, seven, şefkat duyabilen, müziğin ritmini algılayabilen, tatlıyı zevkle yiyen, medeniyetler kurabilen, bilimsel araştırmalar yapabilen insanların oluştuğunu iddia ederler.
Bunları iddia eden insanların üniversite öğrenimi görmüş, doktora yapmış, kariyer sahibi, hatta ünlü profesörler olması, olayın boyutlarını çok ilginç kılmaktadır. Bu sitede okuyacaklarınız, bu insanların Allah’ı ve yaratılışı inkar edebilmek adına, bilime de ters düştüklerinin ve dolayısıyla gerçekten komik durumda olduklarının gerçek birer kanıtı durumundadır.

EVRİMCİLER İMKANSIZA İNANIRLAR!



EVRİMCİLER İMKANSIZA İNANIRLAR!

Evrim teorisi, bilim tarafından yalanlanan, akla ve mantığa da hiçbir şekilde uymayan bir teoridir. Ama Allah'ı inkar eden felsefelere sözde "bilimsel" bir temel oluşturduğu için birçok bilim adamı tarafından savunulmakta ve büyük bir propaganda ile kitlelere telkin edilmektedir. Bir "büyü" gibi tanımlayabileceğimiz evrim telkini öylesine güçlüdür ki, oldukça zeki ve bilgi sahibi olan insanlar dahi, bu büyüden kendilerini kurtaramamakta ve inanılmayacak kadar mantık dışı, hatta çocukların dahi imkansızlığını anlayabilecekleri iddialara inanmaktadırlar. Üstelik bu iddiaları büyük bir hararetle savunmaktadırlar.

(Sağda )Evrim teorisini eleştiren kitapları ile tanınan Philip E. Johnson, Defeating Darwinism by Opening Minds (Zihinleri Açarak Darwinizm'i Yenmek) isimli kitabında evrimcilerin Darwinizm'in iddialarına hiç düşünmeden, bir ön kabulle inandıklarını ve aslında bu iddiaların ne anlama geldiğini hiç düşünmediklerini şöyle ifade etmiştir:

Bu konu üzerinde üniversitelerdeki konuşmalarım ve tartışmalarımdan edindiğim tecrübelerim bilim adamlarının ve profesörlerin akıllarının evrim konusunda karışık olduğunu gösterdi. Birçok detay biliyorlar, ama temelini anlamıyorlar. Söylediklerinin ne anlama geldiğini düşünmüyorlar. Bir ön kabul oluşuyor. Örneğin bir molekülden insana (doğru ilerleyen sözde) evrimin, köpek çeşitleri veya gagalardaki farklılıklarla açıklayabilecekleri kadar basit bir işlem olduğunu zannediyorlar. Fosillerin Darwinizm'i doğruladığını, maymunların eğer doğal seleksiyon gibi bir mekanizma ile desteklenirlerse hiç yanlışsız olarak Hamlet'i daktilo edebileceklerine inanabiliyorlar. Philip E. Johnson, Defeating Darwinism by Opening Minds., Intervarsity Press, 1997 s.11

Johnson'ın bu sözleri, evrimcilerin içinde bulundukları karmaşık ruh halinin kısa bir özetidir. Aynı gerçeğe, ünlü Avustralyalı moleküler biyolog Michael Denton da, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında (solda) dikkat çeker. Denton, bir Darwinist'in canlıların olağanüstü derecede kompleks sistemlerinin "tesadüflerin eseri" diye görmesindeki garipliği şöyle anlatmaktadır:

Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder! Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 351

Darwinizm'in akılları kör eden bu büyüsünün insanlar üzerinde ne denli güçlü bir etki oluşturduğunu ve insanlık için ne derece tehlikeli olduğunu göstermek için, Darwinciler'in normal bir akıl ve şuurla inanılması imkansız olan iddialarından bazılarına yer verilecektir. Aynı zamanda bu iddiaların bilimsel yönden neden geçersiz oldukları da kısaca anlatılacaktır. (Bu bölümdeki teknik konularla ilgili daha detaylı bilgiyi http://www.hayatingercekkokeni.com/ , http://www.evrimincokusu.com/ adlı internet sitelerinden edinebilirsiniz.)